İhanetin resmi


0

Heyecanla tuvalin önüne boyaları ve fırçaları hazırladı…

Perdeleri hafiften kapattı ve teybi açtı. Odanın her köşesini süsleyen değişik renklerde ve boyutlardaki mumları yaktı.

Her şey tamam mı diye son kez kontrol etti ve sandalyesini alıp, tuvalin önüne oturdu.

Çok heyecanlıydı, çünkü hayatında ilk defa resim yapacaktı…

Gençliğinde resim sergilerini dolaşırken ve tablolardaki güzellikleri hayranlıkla seyrederken kendinden geçerdi. O tabloların içine girip, onları yaşardı…

Boş bir tuval gördüğünde ise garip bir çekim hissederdi…

Sanki o fırçayı eline alsa, kırk yıllık ressama dönüşecek ve harikalar yaratacakmış gibi gelirdi.

Nedense bir korku onu hep durdurmuştu.

Ama artık hiçbir şeyden korkmayacak kadar yaşlanmıştı… Veya yaşamışlığın ve yaşanmamışlığın altında ezilmekten kurtulmak için yaşlanmayı seçmişti…

Evet, kendini artık hazır hissediyordu.

Fırçayı eline aldı, tuvale okşarcasına dokundu ve gülümsedi.

Kararını çoktan, belki de yıllar önce vermişti: İhanetin resmini çizecekti.

Bir an duraksadı… Nereden ve hangi renkle başlamalıydı?!.

İhanetin rengini ve şeklini beynindeki karelerde çıkarmaya çalıştı…

Gerçi ihaneti hangi renkle çizerse çizsin, ihanet ihanet olacaktı ve siyah, beyaz veya kırmızı olması gerçeği değiştirmeyecekti…

Peki ama hangi ihaneti çizecekti?!.

Kişisel, bireysel, toplumsal veya ulusal ihaneti mi?!

Hepsi birbirine bir zincirin halkaları gibi bağlı değil miydi?..

Hangisinden önce başlamalıydı?..

Elindeki sigarayı söndürdü ve kalkıp pencereyi açtı. Derin derin nefes aldı ve kararlı adımlarla dönüp, tekrar tuvalin önüne oturdu.

Tuvalin üst sağ köşesine önce bir kilise ve yanına bir cami çizdi…

Fırça dans edercesine tuvalin üzerinde dolaşıyordu…

Kilisenin ve caminin etrafını güzel güzel ağaçlarla süsledi. Kuşların seslerini duyar gibi oldu…

Şüphesiz  Allah’ın evi böyle güzel olmalıydı.

Cennetin hayal edilemeyecek ve ulaşılamayacak kadar güzel olduğunu düşündüğü gibi…

Herkesin gitmek istediği, ama bir o kadar korktuğu bir yer…

Caminin önüne bir imam, kilisenin de önüne bir papaz oturuyordu.

Birbirine nefretle bakıyorlardı.

Ama nefret, o muhteşem cüppelerinin altına sığmayan ve gözlerden taşan çaresizliği bastıramamıştı…

Her ikisi de çaresizliğin doğurduğu yalnızlığı paylaşıyorlardı aslında. Çünkü caminin ve kilisenin etrafı tel örgülerle kaplıydı.

Çünkü Allah’a ibadet etmek, mevcut olan toplumsal ideolojiye ihanet etmekti…

Fırça tuvalin üst sol köşesine yöneldi.

Kocaman bir okul binası çizdi ve etrafını güzel bir parkla süsledi.

Ana okuldaki çocuklar parkta koşup, oyun oynuyorlardı…

Dışarıdaki dünyanın gerçeklerinden habersiz bu küçük afacanların kahkahaları tuvalden taşıp, odasına kadar geldi.

Tuvalin önündeki adam bu kahkahaların etkisiyle daha da canlandı ve gençleşti…

O afacanların kullandığı tek dili anımsadı: Sorumsuzluğun ve sorunsuzluğun sınırsız mutluluğu…

Zil çaldığında, fırça okul binasını tamamlamış odalarının içini süslemeye başlamıştı bile.

Aynı elbiseleri giymiş, saçları aynı tarzda taranmış öğrenciler, öğretmenlerini büyük bir dikkatle dinliyorlardı.

Yaşadıkları ve çok sevdikleri bu ülkenin ulusal tarihini öğreniyorlardı…

Bu ülkenin vatandaşları her ne kadar renkli ve farklı kökenli olsalar da, öğrenebilecekleri tek bir tarih vardı : Sınırları çizilmiş ve onlara uygun bulunmuş bir tarih… Öğrenebilecekleri ve kullanabilecekleri tek bir dil vardı… Bu ülkenin çoğunluğu tarafından oluşturulan ve egemenliği tartışılmaz bir dil…

Öğrenebilecekleri ve inanabilecekleri de tek bir ideoloji vardı… Eşitliğe, kardeşliğe ve özgürlüğe dayanan, İNSAN’a inanan ve tapan bir ideoloji… SOSYALİZM…

Bu ideolojinin sorgulanması, tartışılması ihanetti…

Hele hele böyle mükemmel bir ideolojide adaletsizliğin var olabileceğini düşünmek, ihanetin en büyüğüydü…

Tuvalin önündeki adam boğazının kuruduğunu hissetti. Yerinden kalkıp, buzdolabını açtı. Akşam yemeğinden artakalan dondurmayı kaşıkladı.

Dondurmanın yarattığı ferahlık, midesi tarafından bütün vücuduna yayıldı.

Tekrar tuvalin önüne oturdu ve hayatında çizeceği ilk ve son resmine devam etti…

Tuvalin tam ortasına otoriteyi, yani devleti temsil eden Büyük Millet Meslisi’nin binasını oturttu.

Her ne kadar milletin meclisi olduğu iddia edilse de, aslında daha yıllar önce halktan kopmuş ve halkı unutmuş kişilerle doluydu bu bina. Ve her halde bu binanın özel bir sihri vardı ki, binaya bir kez giren kişi yıllarca oradan çıkamıyordu…

Milletin sorunları büyük büyük odalarda, büyük büyük masalarda oturan kişiler tarafından görülür, değerlendirilir ve karara bağlanırdı.

Milletin düşünmesine hiç gerek yoktur ve bu meclisin kararlarına katılmamak, uymamak ihanettir. Affedilmesi imkansız bir ihanet…

Fırça bu görkemli binadan kurtulmak istercesine tuvalin alt sol köşesine sıçradı.

Oraya kocaman bahçeli bir ev yaptı.

O evde Damla adında bir kız oturuyordu. Kıvır kıvır, uzun siyah saçları ve yemyeşil gözleri vardı. Damla bir damla su kadar güzeldi…

Keman çalar, resim yapar ve bahçeyle ilgilenirdi. Babasının ektiği ağaçların arasını renkli renkli çiçeklerle süslemişti.

Aynı zamanda hayvanları da çok severdi. Gözü gibi baktığı bir atı, bir de tavşanı vardı.

Rüzgarla savaşmayı ve atıyla uçmayı çok severdi. Yorulunca da tavşanıyla oynayarak dinleniyordu…

Evet, şimdi de bahçedeki çimenlerin üzerine yatmış, tavşana hikayeler anlatıyordu. Tavşanı da anlıyormuş gibi bakarak, sessizce havucunu kemirmeye devam ediyordu…

Tuvalin önündeki adam büyülenmiş gibi Damla’ya bakıyordu. Anlattığı hikayeyi duyabilmek için kulaklarını kabarttı, ama tuvalden ses gelmedi…

Fırça sabırsızlanmaya başladı. Bir an önce işini bitirmek istercesine boş kalan sağ alt köşeye yöneldi.

İki katlı evle süsledi bu köşeyi…

O evde Dimitır oturuyordu. Babası mimar, annesi ise tiyatro oyuncusudur. Hiç kardeşi yoktur ve her gün evire çevire yudumladığı yalnızlığını, öğretmen olmayı hedefleyerek yok etmek ister.

Dimitır, Damla’ya aşıktır.

Günlerini pencere kenarında onu seyrederek ve ona şiirler yazarak geçirir. Hep aynı düşü kurar : ‘’Damla’ya sarılmak, ona yazdığı şiirleri okumak ve   ‘’Seni seviyorum!’’ diye haykırmak.

Ama bu düşünü gerçekleştirmeye cesaret edemez. Çünkü ailesine, ülkesine ve cesaretsizliğine ihanet edemez…

Yıllarca pencere kenarından seyreder durur Damla’yı. Şiirlerinde ona sarılır, öper, dans eder…

Taa ki bir gün birileri Damla’nın ailesinin bir başka ülkeye gitmelerini emredene kadar…

Dimitır yıkılır… Sınırlarında boğulduğu bu ülkeden nefret eder, eşitliğine inanmak istediği bu ideoloji paramparça olur…

Allah’a sığınmayı hiç düşünmez. Çünkü elinde kalan tek şey inançsızlığına ihanet etmek istemez…

Odanın kapısı açıldığında resim bitmişti.

‘’Ne o, bu yaşta ressam mı olmaya karar verdin?’’ diyen karısı onu kendine getirdi.

Aslında kaç yaşındaydı ki o ?!. Az önce 20 yaşındaydı, şimdi belki de 40…

Yılların yorgunluğunu bedeninde hissetti.

‘’Ben yatıyorum. Geliyor musun?’’ dedi karısı ve yatak odasına girdi.

Yaşanmamış gençliğin altında ezilip, yaşlanan adam güçlükle yerinden kalktı.

Son bir kez resme baktı. Gerçekten güzel bir resim olmuştu…

Boyaları ve fırçaları alıp, çöpe attı.

Duş aldı ve son gücünü toplayıp, yatak odasına girdi.

Evet, şimdi yine Damla’yı düşünerek ve hayal ederek karısına sarılacaktı. Tutkuyla öpüp, sevişecekti. Yıllardır yaptığı gibi…

Bundan daha güzel bir ihanet mi olurdu?!.

 


Like it? Share with your friends!

0
Meliha Doğu

0 Comments

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir